Haber

İmamoğlu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Yıkılan binaları 1 yılda yapacağız” sözlerini eleştirdi

İBB Lideri Ekrem İmamoğlu, bu sabah Fox TV’de İlker Karagöz’ün sunduğu “Çalar Saat” programına konuk oldu. İmamoğlu, Karagöz’ün Kahramanmaraş’ta iki büyük depremle sarsılan bölgedeki izlenimleri, yaşananlar, tartışmalar ve olası İstanbul depremiyle ilgili soruları yanıtladı.

CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN’IN SÖZLERİNE TEPKİ VERDİ

İmamoğlu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın programdaki açıklamasına da tepki göstererek, “Bir yıl içinde elimizdeki tip projelerle yıkılan bu binaları yeniden inşa edip sahiplerine teslim edeceğiz” dedi. İmamoğlu, “Bırakın bu betonculuğu. Bu betonculuk anlayışını bırakın.”

İmamoğlu’nun açıklamaları şöyle:

Depremin ikinci günü oradaydık. Genel Liderimiz Kemal Kılıçdaroğlu ve belediye başkanlarımızla birlikte bölgeyi gezdiğimizi söyleyebilirim. Bu coğrafyada vatandaşlarımızın yanında olmak, dertlerini dinlemek, dertlerini hissetmek çok değerliydi. İnsanların umudu vardı. Hayat kurtarma çalışmalarında yer alan tüm arama kurtarma ekiplerine şükranlarımı sunuyorum. Ellerinden geldiğince samimi bir çaba sarf ettiler. Enkaz altından kurtarabildikleri kadar çok insanı kurtardılar. Ama öte yandan maalesef haberler Ulaşamadığımız ve hayatını kaybettiğimiz onbinlerce vatandaşımız da söz konusu. İster istemez insanlar etkileniyor. Ben de çok etkilendim. Oraya giden herkes etkilendi. Biz orada kaldık. Akşamı o bölgede geçirdik, gündüz kalktık. Hayata nasıl katkı sağlayabiliriz sorusuyla yeniden yola çıktık. Halkımızın ortasında sokakta yürüdük. Doğal olarak ilk akla gelen ‘Hayat ne zaman normale dönecek? Bu coğrafyada ne yapmalıyız? Hayatı nasıl yeniden inşa etmeliyiz? Nasıl organize olmalıyız? Bu sorumlulukla çevreye baktık, vatandaşlarımızla buluştuk. Tabii biz de zaman zaman o ortamın duygusuyla ‘Acaba başarabilecek miyiz? ‘Yapabilir miyiz’ sorusunu sorarak aslında bu soruları yapmış olduk.

“ŞANLIURFA’DA ÇOCUĞUN SORUSUNA BAKIŞIN AÇIK ÖZETİ”

Çoğu zaman çocuklara soru sormadık. ‘Etrafta biri mi var’, ‘Etrafta birini mi arıyor’ endişesiyle çocuklara acılarını hissettirecek soruları soramadık. Boğazlarımız düğümlendi ve sadece tahmin için sarıldık ama çok ilginç çocuklarla karşılaştık. Şanlıurfa’da bir çocuk karşıma çıktı ve siz bunu biliyor musunuz? ‘Belediye başkanım’ dedi, ‘konutumuza ne zaman gideceğiz?’ Ne zaman gideceğiz sorusuna elbette cevap vermiyoruz. ‘Evine bakıyoruz, işyerinde sağlam mı’ dedim. ‘Peki, ne zaman cevap alacağız’ dedi. Böyle bir kalabalığın içinde o kadar cesurca 5-6 yaşındaki çocuğun aklına çok kritik bir soru geldi. Aslında depremin ortaya koyduğu sahnenin net özeti bir sorudur, biliyor musunuz? Bir çocuğun o çocuk aklıyla anlamlandıramadığı ve yanıt aradığı soru aslında depremin verdiği acı için yanıtlanması gereken sorudur. ‘Okula ne zaman gideceğiz’ diyen çocuklar, ‘Arkadaşlarımızla ne zaman buluşacağız’ diyen çocuklar… Yani hayatın zorlukları o kadar önünüze serilmiş ki, döndüklerinde geri dönecekler. bakın birçok akraba, çevrelerinde birçok arkadaş, sınıf arkadaşı, arkadaş sokakta, sokakta oyun oynuyor. Arkadaşı yok, gitti, öldü. Bu travmalar ve bu ruhsal sorunlarla boğuşan bir kalabalığın ortasındaydık. Sadece çocuklar değil; hanımlar, anneler, çare bulmaya çalışan anneler, eşini kaybedip hayata tutunmaya çalışan kadınlar… Tüm ailenin sorumluluğunu yeniden üstlenip, yaşadıkları acılara rağmen sorumluluk duygusuyla çare arayan babalar. ‘Ne yapabiliriz, ne yapmalıyız’ duygusu… Yani toplumun her katmanının bize sorduğu, sorguladığı aslında bizim de. Bizi düşündüren ve bir kez daha çok önemli düşündüren çok derin bağlarımız oldu.

“BU TOPLUMU BAĞIMLILIĞA VE HAKİMİYETE YÖNLENDİRMELERİNİ ŞİDDETLE KINIYORUM”

Depremin bir doğal afet olduğunu hepimiz biliyoruz. Yani bir deprem var. Yani bu bir deprem. Yani kaderde belli olan ve bir gün ortaya çıkacak olan bir süreçtir. Bu bir doğa kuralıdır. Türkiye’ye özgü de değil. İnsanlık tarihi boyunca dünyanın birçok coğrafyasında var olmuş ve bundan sonra da var olmaya devam edecek bir gerçektir. Ama kader olmayan bir şey var: binalar çöküyor ve insanlar ölüyor. Bu kader değil. Yani burada bu şekilde bakamayız. Ve bu bizim inancımıza aykırıdır. Tedbirin insan tarafından alınması gerektiği açıktır. Bu nedenle bazen her şeyi olduğu gibi bırakıp ‘kaderimiz’ deyip sadece kader üzerine yorum yapan kişilerin bu toplumu, insanlığı umutsuzluğa ve umutsuzluğa sürüklemelerini şiddetle kınıyorum. Ayrıca inancımızı böylesine kısır bir söylemle hapsetmeye çalışanları da kınıyorum. Akıl ve bilim, imanımızın bize gösterdiği ilk yolculuktur. Bu çok hassas bir konu. İnsanları eğitime, bilime ve akla yönlendiren bir bakış açısını unutarak ‘oku’ diyerek yorum yapanların milletimize yaptıkları ve yapabilecekleri zararın sınırı yoktur. Yani bu kader değil.

“BU YIKIMIN SEBEBİ BİZİZ”

Burada deprem bölgesinde yaşadığımızı bilen yöneticiler biziz. İstanbul’da veya Türkiye’nin başka yerlerinde fay hatlarının nereden geçtiği, depremlerin tarih boyunca hangi dönemlerde ne kadar şiddetli olduğu bilim adamlarının sürekli olarak önümüze koyduğu bir gerçektir. İşte bu yıkımın sebebi biziz. ‘Biz’ dediğimizde içinde yöneticiler var. İçinde teknik adamlar var. Bunda inşaat sektöründen o sektörü ilgilendiren birçok paydaş, birçok aşama var. Onu üreten insanlar var; eğitimli mi değil mi? Bu sürece nasıl baktığımız önemlidir.

“ZOR BİNALARIMIZI, EVİMİZİ, İŞ YERİMİZİ KENDİ İNŞA ETMİYORUZ, COİN KAZANDIRDIK”

İstanbul, 17 Ağustos 1999 depremini yaşadıktan sonra tüm Türkiye’de daha derinden hissedilmeye ve yaşanmaya başlandı. Ağustos ayında yaşadığımız Gölcük depremi, birkaç ay sonra yaşadığımız ve İstanbul’da hissettiğimiz Düzce depremi. Her iki deprem de İstanbul’da milyonlarca insanımız tarafından deneyimlenince ve tüm Türkiye’de gündem artınca daha derinden hissedildi. O dönemde bunu hepimiz yaşadık, hissettik ve o an itibariyle deprem yönetmeliğini konuşmaya başladık, fay hattını konuşmaya başladık, zemini konuşmaya başladık, binaların inşaat kalitesini konuşmaya başladık. ve bütün gündem ‘Bunun nasıl ele alınacağı, ne tür kurallar koyulacağı, denetim sisteminden yapı yönetmeliğinin devreye alınmasına kadar’ idi. Ne yazık ki kendimize bir bina, konut, iş yeri yapmadık; Kendimize tabut yaptık. Bak, bu kadar açık. Bu telaffuzdan vazgeçmeyeceğim. Çünkü görüntüler çok üzücü.

“Bakın ben her cümlede ‘siz, biz’ tarifi yapmıyorum”

“BAKIN BU BİR DERS ÖĞRENME TARZI DEĞİL”

Depremler dünyanın her yerinde oluyor. Ancak Haiti’de bir deprem oluyor ve 7.8 büyüklüğündeki depremde 200 binin üzerinde insan hayatını kaybediyor. Ama mesela ben arkadaşlarıma ‘Şili’yi örnek alın’ dedim. Bakın Şili örneğinde şöyle bir tablo var. Bu çizelgede büyüklüğü 8 ve üzeri depremlerle boğuşan bir ülkeden bahsediyoruz. Yaklaşık 20 milyon nüfusa sahiptir. 1969’da burada 8 ve üzeri hatta 9.5’lik depremler oluyor. Şiddeti görüyor musunuz? Bakın 2010 yılında 8.8 büyüklüğünde bir deprem oluyor. Ne kadar sürüyor biliyor musunuz İlker Bey? 3 dakikayı aşıyor. Yaklaşık 3 dakika 30 saniye, bir deprem bir alanı aşırı şiddetle sallar. Ama neler oluyor biliyor musun? 8.8 büyüklük? Yaklaşık 500 kişi öldü. Bunların çoğu tsunamiden ölen insanlar. Bazen şu ifadeyi kullanırız: Yüzyılın felaketi. Bakın bu kadarını söyleyemeyiz. Bak, bu bir öğrenme tarzı değil. Gelecekle ilgilenmenin yolu bu değil. ‘Yüzyılın felaketi’ diye bir tanımlama yapıp süreci başka bir yere koyarsak burada analiz olmaz. Bunu şimdi durdurmalıyız. Deprem gerçeğiyle yaşamayı öğrenmeliyiz. Depremle yaşamanın asla vazgeçilemeyecek aşamaları vardır. Bakın, Japonya’dan bahsetmiyorum. Japonya gelişmiş bir ülke ve dünyanın en önemli iki veya üç ekonomisinden biri. Kişi başına geliri maalesef bizimkinin neredeyse 6-7 katı mertebesine ulaşmış bir ülkeden bahsediyoruz. Ama oradan bahsetmiyorum. Şili’den bahsediyorum. Yani bizim gibi gelişmekte olan bir ülke.

“‘YÜZYILIN İHMALİNİ’ YAPARKEN OTURUR KONUŞALIM”

Burası depremler ülkesi. Sallanabilirsin. Ancak dikkatli bir şekilde binadan kaçmaya çalışmayın, kendinizi korumak için prosedürleri uygulayın ancak binayı terk etmeyin. Çünkü binalarımız sağlam.’ Şimdi bu duruma gelme zamanı. Ve hemen burada, ‘Yüzyılın felaketi. Dünyanın her yerinde oluyor’ ve insanlarımız ölüyor. Bu tür şeyler artık kabul edilemez. 21. yüzyıldayız. 13 milyondan fazla. Mülteciler dahil belki 15 milyon insanın etkilendiği bu coğrafyada can, mal ve tarihi-manevi kayıplarımızdan bahsettiğinizde sorumlu bu yönetici değildir. Bak, onca acı ve hata içinde diyorum ki: ‘Biz’. Bu ‘konseptimiz’ şudur: Yönetici. Bugün benimdi, yarın başka, dün başka. Biz yöneticilerin sorumluluk duygusu başka bir boyutta olmalı. Konuşurken asla vazgeçmeyeceğimiz ilkelerimizi, asla vazgeçmeyeceğimiz kuralları tek tek sıralamalı ve onların savunucusu olmalıyız. ve bu konuda görüşemeyeceğimiz, tokalaşamayacağımız, sarılamayacağımız, oturup anlaşamayacağımız, birlikte imza atamayacağımız yönetici yok. Bunun bir tarafı yok. Bu işte iktidar veya muhalefet yoktur. Bu işin belediyesi, AFAD’ı yok. ya da bu iş için bürokrat ya da seçilmiş bir yetkili yok. Hepimiz aynı masadayız. Ne demek tokalaşmak yok? Ne demek merhaba yok? Dünya örneklerine baktığımızda ‘yüzyılın felaketi’ diyemeyiz. Ama şunu söyleyebiliriz: ‘Bu işte asrın bir ihmali var mı’ diyerek oturup hesap vermemiz lazım. Oturup konuşmalıyız; Yüzyılın hatalarını mı yaptık?

“BİRLİKTE KONUŞALIM”

Bugün gördüğümüz yıkımda şehirlerin neredeyse yüzde 60’ı yok oldu. Bazı şehirlerde yüzde 70-80’i kullanılamaz durumda ya da yıkılmış durumda. Peki biz buraları yönetirken ne yaptık? Kim yönetti? Hükümet kimdi? Belediyeler kimlerdir? Nasıl ürettik? Böyle görünmediğimiz sürece mi? Öyle görünmeyeceğiz. Ustam akşamdan sabaha ‘1 yılda bir bina yapacağız’ dedi. Peki tekrar nereye gidiyoruz? ‘Kaç metrekare alacaksınız? Nasıl inşa edeceğiz? Nerede yapacağız? Kaç katlı olacak? Bırakın bu betonculuğu. Bu beton kavramıdır. Beton yapmak! Öyle değil. Bahsettiğimiz şey, sosyolojik bir ihtiyacı karşılayan, şehircilik, yaşam, insan bir arada yaşama, dirençli şehirler, 100 yıldır insanlara umut veren bir sürecin anlatımıdır – büyük bir kırılma anından bahsediyorum. Yani binlerce yıldır Hatay’da yaşayan ve ‘Ben binlerce yıldır burada yaşayan bir Hatay’ım’ diyen sizlersiniz. ‘Bana bir bina verin’ diyor Hataylı; o söylemez Adıyaman bu kadar mı diyor? Hayır demiyor. Kahramanmaraşlı bu kadarını mı söylüyor? Hayır demiyor. ‘Bana güçlü bir şehir ver’ diyor. ‘Geçmişi ve maneviyatı ile bağ kuran, geleceğe umutla bakan bir Hatay ver bana. Öyle bir Hatay olsun ki dünya bu Hatay’ı konuşsun. ‘Bütün binaları bir yılda inşa edeceğim!’ Şu anda kimse bunu senden beklemiyor. Hala tam noktadayız. Bu noktada hareketsiz duramayız. Diyelim ki yerlilerle konuşacağız. ‘Bütün paydaşlarla oturup birlikte çalışacağız’ diyelim. Bak, bugün o koltuktasın. Muhtemelen birkaç ay sonra gitmiş olacaksın. Onunla oturalım, her zaman birlikte konuşabilelim. ‘Arkadaşlarımla ne zaman konuşacağım, ne zaman oynayacağım’ diyen çocuklarla başka bir hayalden, başka bir gelecekten konuşalım.

“ACİL BİLİM KURULUYLA TOPLANACAK TALİMATI VERDİM”

Az önce de belirttiğim gibi depremin ilk gününde ‘Bizim bir Bilim Kurulumuz var ve bu heyeti davet etmek ve İstanbul’un geleceğini nasıl tasarlamamız gerektiğini milletimize yeniden hatırlatmak için çalışmalar yapmak’ talimatını verdim. bölge ve acilen.’ Devam ediyor ve bugün Hatay dönüşü bir ara görüşmeye katılacağım ve birlikte yeniden değerlendireceğiz.

“İSTANBUL’DA KAYIT BELGESİ OLAN BİNA SAYISI 317 BİN”

İstanbul’da ‘İmar Barışı’ başvurularında kaç yapıya yapı kayıt belgesi verildiğini biliyor musunuz? 317 bin Şimdi ‘İmar İçin Barış’ uygulamasının bu kadar riskli bir uygulama olduğunu size nasıl anlatabilirim? Yani ticari sinemayı bile iş yerinde göstermişler. Tekrar hatırladık. Birisi kaçak bir bina yaptığını söylüyor. Ne zaman yaptığını bile bilmiyor. Bunu nasıl yaptığını bile hatırlamıyor. Bunun için de belge alabilir miyim diyor. Onun için belge almanız adettendir ve vatandaş mutludur. ya da devlet bunu söylememeliydi. Devlet bunu yapmamalıydı. Yani vergi adına milletin parasını alıyorsunuz ama bina sakat. Bina yanlış yerde. Bina orada olmamalı. Bina çöktü. Artık İstanbul’da böyle bir anlayışla hareket etmek mümkün değil. Şimdi önümüze bakıyoruz ve bugün derleyeceğimiz toplantıda az önce yaptıklarımızın üzerine geçmişten günümüze neler koymalıyız?

“KEŞKE İSTANBUL HALKINA ‘EVİNİZDE HUZUR İÇİNDE UYUYUN, UYUN’ diyebilseydim”

Yine, halka ne haykırmalıyız? Hangi uyarıları yapmalıyız? Nasıl işbirliği yapmalıyız, nasıl işbirliği yapmalıyız? ve bu sistemi bütüncül bir sistem haline getirmek için davetimizi nasıl yenilememiz gerektiği hala aciliyetini koruyor. Bu ay bitmeden İstanbul halkına büyük bir davet hazırladığımızı, toplantımızı, kurumlardan beklentimizi, meclislerden beklentimizi, bakanlıktan beklentimizi sizlerin aracılığı ile duyurmak istiyorum. yanı sıra iş birliği odaklı davetimiz ve eş zamanlı olarak vatandaşlarımıza olan sorumluluğu vatandaşlarımıza iletecek ve hatırlatacak bir toplantı. Ama keşke İstanbullulara evlerinde huzur içinde yatsınlar diyebilseydim. İGDAŞ’tan İSKİ’ye, depreme karşı güçlü bir şehir oluşturmak için 4 yılda tabi ki çok şey yaptık ama çok şey yapmaya devam ediyoruz. Vatandaşlarımıza destek olmak için kira yardımından sıfır faizli kredi takviyesine kadar yaptığımız birçok şey var. Ama onun da ötesinde, ‘birlikte ne yapsak’ konuşacağımız günlerin çok yakın olduğunu tüm İstanbullu hemşehrilerime ve hemşehrilerime sizin aracılığınızla duyayım.

Kaynak: ANKA / Günümüz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu